Demokrasi savunuculuğundan Trumpçı pragmatizme: Marco Rubio’nun dış politikadaki dönüşümü, Washington’da ilkelerin değil, uyumun kazandığını gösteriyor.
Kadir ÜSTÜN, SETA Washington D.C. Koordinatörü
Bir dönemin Cumhuriyetçi başkan aday adayı Marco Rubio, Senato’daki 100 senatörün 99’unun oyunu alarak Trump yönetiminin Dışişleri Bakanı olarak konfirme olmuştu. Kabinenin en kalifiye bakanı olarak görülen Rubio’nun uzun yıllara dayanan Senato tecrübesi, her iki parti siyasetçilerinin desteğini almasını kolaylaştırmıştı. Rubio, ABD Ulusal Kalkınma Ajansı’nın (USAID) kapatılması sonrasında bu kurumun Dışişleri Bakanlığı tarafından devralındığını ve kendisinin de yeni yöneticisi olduğunu açıklamıştı. Geçen ay Mike Waltz’ın Signal skandalları sonrasında istifa etmesiyle de geçici olarak Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı görevini de üslendi. Böylelikle Trump yönetimi içinde dış politikanın en kilit ismi haline gelen Rubio, Senato önünde Trump’ın attığı birçok radikal adımı savununca eski Demokrat meslektaşlarının ağır eleştirilerinin hedefi oldu. Demokrat Senatör Van Hollen’ın verdiği konfirmasyon oyundan pişman olduğunu söylemesi üzerine Rubio’nun verdiği ‘demek ki işimi doğru yapıyorum’ şeklindeki cevabı Trumpçı çizgiden ödün vermeye veya politikalarını tevil etmeye niyeti olmadığını gösterdi.
Prensiplerden Pragmatizme
Rubio’nun Senato geçmişine bakıldığında özellikle demokrasi ve insan hakları meselelerindeki şahin tavrını unutmak mümkün değil. Küba kökenli olması nedeniyle özellikle Latin Amerika’daki otoriter rejimlere karşı sert söylem geliştiren Rubio, Venezuela, Küba ve Nikaragua’ya yaptırımların en güçlü savunucularından oldu. Çin ve Rusya’ya karşı da sert tutum takınan Rubio, Uygur Türkleri hakkında da sert açıklamalar yaparak yaptırım çağrısında bulundu. Kaşıkçı meselesinde de Suudi Arabistan’la ilişkilerin gözden geçirilmesini ve yaptırımların değerlendirilmesini önerdi. Rubio, Amerikan dış politikasının ahlaki bir sorumluluğu olduğunu ve otoriterliğe karşı küresel bir demokrasi mücadelesi verilmesi gerektiğini savunan bir senatör olarak öne çıktı.
Rubio, 2016’da Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olmak için mücadele verirken en ağır dille eleştirdiği Trump’ın ‘Önce Amerika’ vizyonunu dış politikaya uygulama konumunda bulunuyor. Senatör olduğu yıllardaki daha prensipli ve ideolojik çizgisinden ne kadar taviz verip vermediği tartışılabilir ancak Rubio’nun Amerikan dış politikasının çok daha pragmatik Trumpçı çizgiye evirilmesini benimsediği açık. Buna rağmen J.D. Vance ve Trump’ın Ukrayna lideri Zelenski’yle Beyaz Saray’daki atışması sırasındaki vücut dili, Rubio’nun Trumpçı dönüşüm sürecinin bu kadar da zor olacağını düşünmediğine işaret ediyordu. Rubio Cumhuriyetçi Parti içindeki şahin ve müdahaleci çizginin en önemli temsilcisi olan bir siyasetçiden Trump’ın ‘Önce Amerika’ pragmatizmini uygulayan bir Dışişleri Bakanı’na geçişin baskısını hissediyor gibiydi.
Senatörlerin Eleştirileri ve Çifte Standart
Demokrat senatörlerin Senato oturumunda öne çıkan eleştirilerinden biri USAID’in fonksiyonlarına %83 oranında son verilmesiydi. Dünyanın birçok bölgesinde kritik dış yardım programlarıyla Amerikan dış politikasının önemli bir ayağını teşkil eden kurumun büyük oranda kapatılması başka bir başkan olsa Rubio’nun en çok karşı çıkacağı hareket olurdu. Senatörler Kongre tarafından kanunla kurulan bu kurumun kapatılmasının illegal olmakla kalmayıp dış yardımların aniden kesilmesinin birçok insanın hayatına mal olduğunu savunarak Rubio’ya yüklendi. Rubio, birçok ‘gülünç’ program ve projeye milyonlarca dolar harcandığını söyleyerek karşılık verdi ancak geçmişte savunduğu Amerikan dış politikasının dış yardım üzerinden ahlaki liderlik yapması gerektiği şeklindeki fikirlerini tartışmaktan kaçındı.
Filistin lehine gösteri yapan öğrencilerinin vizelerinin iptaliyle ilgili Amerika içinde ifade hürriyetinin hiçe sayıldığı şeklindeki eleştiriler karşısında da geri adım atmayan Rubio, bu ülkeye gelmenin bir ayrıcalık olduğunu ve vizelerin ulusal güvenlik gerekçesiyle her zaman iptal edilebileceğini savundu. Kampüslerde ‘kargaşa yaratan’ uluslararası öğrencilerin böyle bir hakkı olmadığı ve vizelerinin iptal edilebileceğini söyleyen Rubio, mülteci programının durdurulmasına rağmen Güney Afrikalı Afrikaner’lara özel bir program başlatılmasını da ulusal güvenlik ve stratejik tercih bağlamında meşrulaştırdı. Senatörlerin eleştirilerinin demokrasi ve insan haklarını ilgilendiren meselelere odaklanmasının sebebi elbette Rubio’nun geçmişte bu konuların en hararetli savunucuları arasında yer almasıydı.
Öte yandan Rubio’ya oy verdiği için pişman olduğunu söyleyen senatörlerin yönetime giren bir bakanın Trump’a karşı tavır almasını beklemesi de pek gerçekçi görünmüyor. Rubio, Senato oturumunda Trump’la görüş ayrılığı olduğunu ortaya dökmek niyetinde değildi ve dış politikada en kilit oyunculardan biri konumuna gelmesi de Trump’la nasıl iyi geçineceğini çözmüş bir bakan olduğuna işaret ediyor. Demokrat senatörlerin daha önce Biden yönetiminin Gazze’deki politikasına yeterince ses çıkarmayıp şimdi Rubio’yu ateşkes için bastırmamakla eleştirmesi de çifte standart olarak görülebilir. Benzer bir çifte standardın Biden’ın Kaşıkçı meselesinde en ağır laflar ettikten sonra Suudi Arabistan’a gitmesine ses çıkarmayan senatörler için de geçerli olduğunu hatırlatmak gerek. Bu bağlamda Demokratların Rubio’yla Trump arasında sorun yaratmak istedikleri ortada ama kendilerinin de ulusal çıkar söz konusu olunca ilke ve prensiplerde ısrar etmedikleri bir geçmişleri var.
Rubio’nun Dışişleri Bakanı olarak geçirdiği dönüşüm, Amerikan dış politikasının son yıllardaki yönelimini ve Trump yönetimine giren siyasetçi ve bürokratların karşılaştığı ikilemleri çarpıcı biçimde yansıtıyor. Bir zamanlar demokrasi ve insan hakları adına en yüksek perdeden konuşan Rubio’nun bugün bu değerleri ikinci plana iten bir çizgide durması, sadece kişisel bir değişim değil, aynı zamanda Cumhuriyetçi Parti’nin dış politika anlayışındaki derin dönüşümün de bir simgesi. Demokrat senatörlerin Rubio pişmanlığı ve eleştirileri bu çelişkiyi daha da görünür kılıyor. Ancak Rubio’nun geldiği konum, ilkeli duruş yerine siyasi uyum, prensipler yerine pragmatizmin Washington’da asıl belirleyici unsurlar olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.