Türk siyaset bilimci: Türkiye’nin artan rolü hem fırsatlar hem de riskler getiriyor…
RÖPORTAJ: Gazeteci Nurhan MAHARRAMOV
BAKÜ, 24 ARALIK 2025
Nurhan MAHARRAMOV: Türkiye, Rusya ve Ukrayna arasında zorlu bir denge kurmaya devam ediyor. Silah tedariki, arabuluculuk çabaları ve diplomatik girişimler de dahil olmak üzere Kiev’e verdiği destek konusundaki mevcut tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mehmet Gökhan ÖZÇUBUKÇU: Türkiye’nin Rusya ve Ukrayna
arasındaki savaş bağlamında Kiev’e verdiği destek, ne tarafsızlık ne de doğrudan üçüncü taraf müdahalesi gibi klasik çerçevelere uymuyor. Bu, seçici ve stratejik olarak hesaplanmış bir denge politikasının sonucudur. Ankara’nın yaklaşımı, hem Batı ülkelerinin geniş çaplı askeri müdahale modelinden hem de Moskova’nın beklediği pasif tarafsızlıktan farklıdır ve Türkiye’nin çok kutuplu bir dünya düzeninde stratejik özerklik arzusunu yansıtmaktadır.
Türkiye’nin Ukrayna’ya askeri yardımı “dönüştürücü ancak sınırlı“dır. Bayraktar TB2 insansız hava araçlarının tedariki ve savunma sanayindeki iş birliği, özellikle çatışmanın ilk aşamalarında Ukrayna’nın savunma kapasitesinin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Ancak Ankara, savaşa doğrudan müdahil olma imajından bilinçli olarak kaçınarak, ağır silahlar ve uzun menzilli sistemler transfer etmekten kaçınmaktadır. Dolayısıyla, savunma sanayi, açıkça tanımlanmış sınırlar içinde bir dış politika aracı olarak kullanılmaktadır.
Türkiye’nin yaklaşımının temel özelliklerinden biri arabuluculuk rolüdür. Ankara, hem Kiev hem de Moskova ile doğrudan temaslarını sürdürmeyi başaran az sayıdaki aktörden biri olmuştur. Tahıl koridoru girişimi, normatif söylemlere değil, güvenlik, ekonomi ve insani işbirliğindeki somut çıkarlara odaklanan işlevsel diplomasinin açık bir örneği haline gelmiştir. Bu format “kapsamlı arabuluculuk” olarak tanımlanabilir.
Diplomatik olarak Türkiye, Rusya’yı yaptırımlar yoluyla tamamen izole etme stratejisinden de uzaklaşıyor. Moskova ile ekonomik, enerji ve siyasi etkileşim kanallarını korurken, Ankara bunları kriz yönetimi aracı ve potansiyel müzakere zemini olarak görüyor. Bu yaklaşım Batılı ortaklardan eleştiri alsa da, realist uluslararası ilişkiler teorisi açısından rasyonel ve pragmatik görünüyor.
Aynı zamanda, bu denge kurma çabası belirli riskler de taşıyor. Ukrayna’yı desteklemek Rusya’nın güvensizliğini derinleştirebilir ve Suriye veya Güney Kafkasya gibi hassas bölgelerde baskıya yol açabilir. Öte yandan, Türkiye’nin yaptırım rejimine sınırlı katılımı, Batılı müttefikleri arasında stratejik güvenilirliği konusunda şüpheler uyandırıyor. Dolayısıyla, Ankara’nın yüksek manevra kabiliyeti sürekli diplomatik yönetim gerektiriyor ve belirli maliyetleri beraberinde getiriyor.
Genel olarak, Türkiye’nin Ukrayna’ya yönelik politikası, ideolojik çatışma prizmasından değil, gerçekçi, çıkarlara dayalı bir strateji çerçevesinde değerlendirilmelidir. Ankara, bu pozisyonu Rusya ile doğrudan bir çatışmaya yol açacak bir taahhüde dönüştürmeden Ukrayna’nın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü desteklemektedir. Bu şekilde Türkiye, çatışmanın bir tarafı olarak değil, krizi yönetmeyi ve bölgesel ve küresel politikadaki rolünü güçlendirmeyi amaçlayan bağımsız bir aktör olarak konumlanmaktadır.
Nurhan MAHARRAMOV: Gözlerimizin önünde Türkiye, Azerbaycan ve Orta Asya’dan oluşan yeni bir jeopolitik blok mu şekilleniyor, yoksa bu sadece birer açıklama meselesi mi? Buradaki temel çıkarlar neler: güvenlik, lojistik mi yoksa enerji mi?
Mehmet Gökhan ÖZÇUBUKÇU: Jeopolitik bir blok oluşturma sorusuna makul bir yanıt, “var/yok” ikili mantığından vazgeçmeyi ve oluşum sürecinde olan bir süreci analiz etmeyi gerektirir. Türkiye, Azerbaycan ve Orta Asya ülkeleri arasındaki yakınlaşma geçici söylemin ötesine geçmiştir, ancak henüz katı bir hiyerarşiye, kolektif güvenlik sistemine ve zorunlu karar alma mekanizmalarına sahip klasik bir kurumsal bloğun özelliklerini kazanmamıştır. Aksine, esnek, çok katmanlı ve çıkar odaklı bir bölgesel entegrasyon modelidir.
Bu yapının kilit unsuru, hem sembolik hem de stratejik bir işlev gören Türkiye-Azerbaycan eksenidir. İkinci Karabağ Savaşı’ndan sonra Azerbaycan’ın güçlenen konumu, bu ittifaka Güney Kafkasya’dan Hazar bölgesine kadar uzanan daha geniş bir jeopolitik kapsam kazandırdı ve Orta Asya’daki Türk devletleri için bir çekim noktası haline getirdi. Bununla birlikte, bu yakınlaşma öncelikle pragmatiktir ve ideoloji veya kimliğe dayalı kapalı bir blok oluşturmaktan ziyade fırsatları genişletmeyi amaçlamaktadır.
Bu yapılanmanın temel itici gücü güvenlik veya enerji değil, lojistik ve bağlantıdır. Orta Koridor’un artan stratejik önemi, Türkiye, Azerbaycan ve Orta Asya arasındaki etkileşimi Avrasya boyutlarında bir jeoekonomik projeye dönüştürmüştür. Çin ve Avrupa arasında alternatif ticaret yolları arayışı, Rusya üzerinden transit geçişin güvenilirliğinin azalması ve küresel tedarik zincirlerinin yeniden yapılandırılması, bu rotanın değerini artırmıştır. Sonuç, askeri bir ittifak değil, ulaşım, ticaret ve lojistiğe dayalı işlevsel bir bölgesel ağdır.
Enerji, bu yapıda tamamlayıcı ancak belirleyici olmayan bir rol oynamaktadır. Azerbaycan’ın kaynakları, Hazar Havzası’nın potansiyeli ve Türkiye’nin transit rolü, güzergahın enerji açısından önemini artırırken, Orta Asya ülkeleri çeşitlendirme ve denge stratejisine bağlı kalmaktadır. Türkiye-Azerbaycan güzergahını, Rusya veya Çin’e tek alternatif olarak değil, olası seçeneklerden biri olarak görmekte ve ortaya çıkan modelin esnek ve çok taraflı doğasını vurgulamaktadırlar.
Güvenlik alanında yakınlaşma en sınırlı düzeyde kalmaktadır. Türkiye ve Azerbaycan arasındaki yüksek düzeydeki askeri-stratejik koordinasyona rağmen, Orta Asya devletleri, egemenliklerinin kısıtlanmasından ve büyük güçlerle ilişkilerin karmaşıklaşmasından korkarak, kolektif güvenlik fikrine temkinli yaklaşmaktadır. Askeri işbirliği gelişmektedir, ancak sürdürülebilir bir güvenlik mimarisi oluşturulmasına yol açmamıştır; bu da blok temelli düşünce yerine stratejik koordinasyon ve risk yönetiminin önceliklendirildiğini göstermektedir.
Genel olarak, Türkiye-Azerbaycan-Orta Asya ekseni ne ilan edilmiş bir yakınlaşmayı ne de tamamlanmış bir jeopolitik bloğu temsil etmektedir. Lojistik ve karşılıklı bağlantıya dayalı, enerjiyi ek bir araç olarak kullanan ve pragmatik çıkarlar ve esneklik yoluyla ilerleyen yeni bir bölgesel entegrasyon modeli ortaya çıkmaktadır. Bu yapının geleceği, küresel rekabetin dinamiklerine, Orta Asya ülkelerinin denge politikasına ve Türkiye-Azerbaycan ekseninin süreci kapsayıcı ve sürdürülebilir bir şekilde yönetme yeteneğine bağlı olacaktır.
Nurhan MAHARRAMOV: Türkiye ve Azerbaycan arasında ekonomi, enerji ve askeri sektörlerde hangi ortak projeler önümüzdeki yıllarda kilit önem taşıyabilir ve bölgesel yapılanmayı gerçekten değiştirebilir?
Mehmet Gökhan ÖZÇUBUKÇU: Türkiye ve
Azerbaycan arasındaki ortak projeleri değerlendirirken, bunları ayrı ayrı girişimler olarak değil, unsurları birbirini karşılıklı olarak güçlendiren ve kapsamlı bir bölgesel etkiye sahip bütüncül bir stratejik ekosistem olarak görmek mantıklıdır. Orta vadede, bu ortaklığın dönüştürücü potansiyeli, askeri güçten ziyade ekonomi, enerji ve güvenlik sektörlerinin koordineli gelişimine bağlı olacaktır. Bu tür bir koordinasyon, Güney Kafkasya’yı pasif bir jeopolitik tampon bölgeden aktif bir jeoekonomik ve jeostratejik merkeze dönüştürme potansiyeline sahiptir.
Ekonomik boyutta, ulaşım, ticaret ve sanayi entegrasyonu kilit rol oynamaktadır. Türkiye ve Azerbaycan arasındaki iş birliği, yalnızca ikili ticareti artırmayı değil, aynı zamanda Güney Kafkasya’yı Orta Asya’ya bağlayan üretim ve lojistik zincirleri kurmayı da amaçlamaktadır. Ulaşım altyapısının geliştirilmesi, gümrük prosedürlerinin uyumlaştırılması ve dijital ticaret mekanizmalarının uygulanması, bölgeyi bir transit bölgesinden katma değer bölgesine dönüştürebilir, dış bağımlılığı azaltabilir ve Ankara ile Bakü’nün bölgesel ekonomik mimarideki konumlarını güçlendirebilir.
Bu projeleri Zangezur Ortak Gücü ile birlikte değerlendirmek ve askeri-stratejik koordinasyonu derinleştirmek, Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ortaklığın ikili etkileşimin ötesine geçerek sistemik hale geldiğini ortaya koymaktadır. Belirleyici faktör, herhangi bir bireysel proje değil, ekonomik, jeo-ekonomik ve savunma düzeylerindeki tamamlayıcılıklarıdır.
Zangezur hattı bu yapılanmanın merkezinde yer almaktadır. Sadece Azerbaycan anakarası ile Nahçıvan arasında bir bağlantı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda Türkiye ile Hazar bölgesi ve Orta Asya arasında doğrudan bir bağlantı da oluşturur. Bu projenin hayata geçirilmesi, Güney Kafkasya’nın ulaşım ve ticaret coğrafyasını kökten değiştirebilir ve onu Avrasya bağlantısının aktif bir merkezi haline getirebilir. Bu anlamda Zangezur, sadece bir altyapı projesi değil, önemli bir jeopolitik kaldıraçtır.
Bu tür koridorların ekonomik ve lojistik sürdürülebilirliği, güvenlik sorunlarından ayrı düşünülemez. İşte bu noktada, Türkiye ve Azerbaycan arasında ortak tatbikatlar, savunma planlaması, askeri eğitim ve savunma sanayi iş birliği yoluyla askeri iş birliğinin derinleştirilmesi hayati önem taşımaktadır. Bu, resmi bir askeri blok oluşturmaktan ziyade, caydırıcılık ve risk yönetimine odaklanan işlevsel bir güvenlik ortaklığı yaratır.
Bu model ne NATO’nun bir genişlemesi ne de alternatif bir askeri ittifaktır. Orta güçlerin, güvenlik üzerindeki kontrolü yalnızca büyük güçlere bırakmadan, gündemi bağımsız olarak şekillendirme yetkisine sahip olduğu yeni bir bölgesel güvenlik anlayışını yansıtmaktadır. Savunma sanayi işbirliği bu süreçte özel bir rol oynamakta ve askeri potansiyelin yalnızca çatışma durumlarında değil, aynı zamanda diplomatik etki aracı olarak da kullanılmasını sağlamaktadır.
Aynı zamanda, bölgenin diplomatik kültüründe de bir değişim yaşanıyor. Türkiye-Azerbaycan ekseni, statükoyu koruma yönündeki yerleşik modellerin yeniden değerlendirilmesini ve diğer bölgesel aktörler arasında daha pragmatik müzakere pozisyonlarının şekillenmesini teşvik eden, pratik ve sonuç odaklı bir diplomasi yaklaşımını destekliyor.
Ancak bu ortaklığın derinleştirilmesi riskleri de beraberinde getiriyor. Türkiye-Azerbaycan ekseninin yoğunlaşması Rusya ve İran tarafından yakından izlenmekte olup, gizli rekabet ve dengeleme unsurlarını güçlendirmektedir. Dahası, bu modelin Orta Asya’ya doğru genişlemesi ancak kapsayıcı ve esnek olması durumunda sürdürülebilir olacaktır; aksi takdirde bölgesel aktörlerden tepki gelmesi mümkündür.
Genel olarak, Türk-Azerbaycan işbirliğinin derinleşmesi sadece güç dengesini değil, Güney Kafkasya’nın daha geniş bölgesel sistemdeki rolünü de değiştiriyor. Bölge, büyük güç rekabetinin arenasından, orta sınıf aktörlerin kendi düzenlerini şekillendirebildiği bir alana doğru kademeli olarak dönüşüyor. Türkiye-Azerbaycan ekseni, bu dönüşümün merkezinde yer alarak, sert güçten ziyade koordinasyon, bağlantı ve stratejik vizyona dayalı bir model sunuyor.
Nurhan MAHARRAMOV: Eğer ABD gerçekten NATO’daki katılımını azaltıyorsa, Türkiye güvenlik alanında bağımsız bir rol oynamaya hazır mı ve bu durum tüm bölgesel düzenin yeniden yapılanmasına yol açmaz mı?
Mehmet Gökhan ÖZÇUBUKÇU: Daha verimli bir yaklaşım, Türkiye ile NATO arasındaki ayrılığı değil, ABD’nin ittifaktaki katılımının değişen doğası ile Türkiye’nin bu değişimlere uyum sağlaması arasındaki ilişkiyi ele almaktır. Bu, Washington’ın ani bir geri çekilmesi değil, ABD’nin küresel önceliklerini yeniden gözden geçirdiği, Türkiye’nin ise güvenlik alanını genişletmeye çalıştığı kademeli bir yeniden yapılanmadır.
ABD’nin NATO’daki rolünün göreceli olarak azalması, Avrupa güvenliğine ilişkin sorumluluğun bölgesel aktörler lehine yeniden dağıtılması bağlamında değerlendirilmelidir. Washington’ın odağını Hint-Pasifik bölgesine kaydırması, müttefiklerin kriz yönetiminde daha fazla bağımsızlık beklentisini göstermektedir. Türkiye için bu, stratejik bir boşluğun ortaya çıkması anlamına gelmez, aksine rolünün ve sorumluluğunun genişlemesi anlamına gelir. Coğrafi konumu, askeri potansiyeli ve bölgesel kriz yönetimindeki deneyimi, Ankara’nın çevresel bir oyuncu olmaktan ziyade dengenin kilit bir unsuru olarak hareket etmesine olanak tanır.
Türkiye’nin daha bağımsız hareket etme hazırlığı, tam bağımsızlık prizmasından değil, stratejik özerklik prizmasından değerlendirilmelidir. Savunma sanayinin gelişimi, sınır ötesi operasyonlardaki deneyim ve aktif bölgesel politika, Ankara’nın belirli alanlarda NATO dışında faaliyet gösterebilme kabiliyetini ortaya koymaktadır. Aynı zamanda Türkiye, ittifaktaki üyeliğini sorgulamamakta ve geri çekilmeyi stratejik bir hedef olarak görmemektedir.
Buna karşılık, Türkiye’nin güvenlik stratejisi, NATO’yu bir güvence ve caydırıcılık mekanizması olarak korumaya ve aynı zamanda ittifak sınırlarının ötesinde hareket özgürlüğünü genişletmeye dayanmaktadır. Bu, geleneksel kolektif güvenliğe bağımlılık ile tam özerklik arasında bir orta yol oluşturmaktadır. Türkiye, ittifakın iç çerçevesini korurken, bölgesel sorunları kendi kaynakları ve sınırlı ortaklıkları aracılığıyla ele almayı tercih etmektedir.
Bu dönüşüm bölgesel düzen üzerinde önemli bir etkiye sahip. ABD’nin doğrudan müdahalesinin azalması, orta güçlerin artan rolünü teşvik ediyor ve daha aktif bir Türkiye, Güney Kafkasya’dan Orta Doğu’ya uzanan bölgede yeni bir güç denge merkezinin ortaya çıkmasına yol açabilir. Bölgesel düzen giderek dış kontrolden ziyade iç faktörler tarafından şekillendiriliyor.
Ancak bu düzenin sürdürülebilirliği, Türkiye’nin artan potansiyelini nasıl kullanacağına bağlıdır. Kapsayıcı diplomasi ve öngörülebilir güvenlik mekanizmalarıyla birleştiğinde istikrara katkıda bulunabilir. Aksi takdirde, askeri güce aşırı bağımlılık rekabeti ve dengeleyici mekanizmaları yoğunlaştırabilir. Dolayısıyla, Türkiye’nin artan rolü hem fırsatlar hem de riskler getiriyor.
Genel olarak, ABD’nin NATO’daki katılımının göreceli olarak azalması, ittifakın kopması veya Türkiye’nin stratejik olarak izole edilmesi anlamına gelmez. Aksine, Ankara’nın kendi güvenlik teşkilatını güçlendirmesi için bir fırsat yaratmaktadır. Türkiye, NATO ile bağlantısını koruyan ancak onunla sınırlı olmayan esnek bir stratejik özerklik modeli geliştirmektedir. Bu modelin başarısı sadece askeri yeteneklere değil, aynı zamanda diplomatik esnekliğe, bölgesel ortaklıklara katılma yeteneğine ve güvenlik araçlarının siyasi hedeflerle uyumlu hale getirilmesine de bağlı olacaktır.